24.4.17

Okuduklarım, Kitap Alıntıları, Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa

Cemil meriç-umrandan uygarlığa

Okuduklarım, Kitap Alıntıları, Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa... Kahverengi tonların baskın olduğu bir kapak tasarımı var kitabın. Yazarıın, kalın camlı gözlükleriyle, önündeki yazıyı okuyabilmek için burnu kitaba değecek kadar eğilmiş olmasından, görme konusunda sıkıntı yaşadığını anlıyoruz... Batılılaşma, çağaşlaşma ve Türk Aydını konularındaki cesur açıklamaları ve objektif değerlendirmeleriyle günümüze ışık tutan münevver ve ihtimamlı bir yazara yakışan kapak tasarımı yapıldığını anlıyorum Kitap bittiğinde...

Kitabı okurken tıkandığım noktada, zihnim tatminkar bir memnuniyetle, ağırlığına aldırış etmeden okumam yönünde beni motive ediyor. Puslu hava sahası içerisinde kalan siluetler, Cemil Meriç'in izahıyla berraklaşıyor ve maskelerin ardındaki gerçeklikler tüm sahteliğiyle gün yüzüne çıkıyor...

Son zamanlarda okuduğum kitaplar arasında en fazla zorlandığım kitaplardan birisi olmasına karşın geride hoş bir seda ve derin izler bırakan bir kitap olduğunu söylemeliyim.

Umrandan Uygarlığa, Cemil Meriç'in okuduğum ikinci kitabı... Daha önce Bu Ülke isimli kitabını okumuş ve kişisel bloğumda alıntılarını paylaşmıtım. Bu Ülke'yi okuduğumu görenler nasıl okuyorsun? çok ağır bir kitap diyenler haklıydılar ancak, her ağırlığın ve zorluğun bir kırılma noktası vardı ve bunun için ısrarla üzerine gidilmesi gerekiyordu. Diğer bir seçenekte kitabı yarıda bırakmaktı ancak okuduklarımdan elde ettiğim motivasyon, sakın pes etme diye fısıldıyordu kulaklarıma...

Cemil Meriç'in, Umrandan Uygarlığa isimli bu kitabıyla ilgili alıntı yapılacak çok sayıda paragraf var ancak ağırlıklı olarak batılılaşma ve Türk Aydınları üzerine yaptığı değerlendirmeleri paylaşmayı tercih ettim.

Şimdi diğer kitapları arasında seçim yapma zamanı... Batılılaşmadan, çağdaşlaşmadan, aydınlanmadan sıyrılıp lamia'ya yazdığı mektuplar tadında paragraflar bulabileceğim Cemil Meriç kitabı okumak istiyorum desem, hangi kitabını önerirsiniz? Teşekkür ederim...

Kalın sağlıcakla...

Cemil Meriç, Ümranda Uygarlığa Kitabından Alıntılar

İmparatorluğun yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir, zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile, acıları ile... Kadıdır, müftüdür, tahrirat kâtibidir vs. Toplumun herhangi bir ferdiyle aynı camide namaz kılar, aynı kahvede dinlenir, aynı sofrada yemek yer. Ne imtiyazı vardır, ne imtiyaz peşindedir. Tanzimattan sonra durum değişir. Aydın, kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır; kendi tarihinden, yani kendi insanından. Batı'nın temsilcisi olduğu ölçüde aydın. Batı medeniyetine bağlanmak, deri değiştirmekle olmaz. Daha köklü, daha uzvî bir istihale gerek. Aydın, bu istihaleyi başardığı, yani ihanette muvaffak olduğu ölçüde benimsenir Batı tarafından.

Medeniyet, masallarla beslenir. Şiir ile nesir fazilet ve mutluluğu terennüm etmeli. Oysa medeniyette âdet, boğazlaşmaktır. Hem de manasını ve ne işe yaradığını anlamadan. Delil mi istersiniz? İnsan hakları ve hürriyetleri için yapılan katliamlar ortada. Medeniyet üçkağıtçılara saraylar yaptırır, dâhilere kümes.

Zavallı Türk aydını... Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev, papağanlaşır.

Bütün Kur'anları yaksak, bütün câmileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslâm. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın!

Aydın, kadın gibidir, hercai, kaprisli, tembel. Plekhanov, Kleopatra'ya benzetir efendiciğini. Azgın iştihaları vardır. Avrupa, memnu meyveleriyle karşısındadır, dudaklarında büyüleyici bir tebessüm, şarkılar fısıldar ona, davetkâr şarkılar. Yüzlerce mektep, binlerce keşiş, elçiliklerle balolar, ekalliyetler, ikide bir Beyoğlu'nu zevk panayırı haline getiren şuh aktrisler ve... mürebbiyeler (Hasan Sabbah'ın cenneti kaç para eder?). Bu kesif hücum karşısında, o dev cüsseli ve dev iştihalı intelijansiyamız nasıl dayanabilirdi?

Çağdaşlaşma'yla batılılaşma arasındaki fark" ne demek? Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nazenin taze bir makyajla arz-ı endam etti: çağdaşlaşma. İntelijansiyamızın uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu ihtiyar kahpe, Tanzimat'dan beri tanıdığımız Batı'nın son tecellisi. Çağdaşlaşma, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmanın kıstası ne? Hippilik mi, bürokrasi mi, atom bombası imal etme gücü mü... Çağdaşlaşmak, elbette ki Avrupalılaşmaktır. Avrupalılaşmak, yani yok olmak. Avrupa bizi çağdaş ilan etti, Avrupa, daha doğrusu onun yerli simsarları. Zira, apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız, düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin. İki yüzyıldır bir "anakronizm'in utancı içindeyiz, sözümona bir anakronizm. Bu 'çağdışı' ithamı, ithamların en alçakçası ve en abesi. Haykıramadık ki, aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlık, neden Hıristiyan ve kapitalist Batı'nın abeslerine perestiş olsun? Fâni ve mahallî abesler. Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi tarihine ihanet etmek ve köleliğe peşin peşin razı olmak değil midir? Çağdaşlık masalı, bir ihraç metaı Batı için, kokain gibi, LSD gibi, frengi gibi. Şuuru felce uğratan bir zehir. Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı asrîleşmektir, asrileşmek yani maskaralaşmak, gâvurlaşmak.

İlhan (Atilla İlhan) doğru söylüyor. Okumak kopmaktır. Okuduğumuz ölçüde yabancıyız. Şairi dinleyelim: 'Yeni Türk sanatçısı, kendisini Batılı diye alır. İçinde yaşadığı toplumu doğulu diye küçümser. Küçük aydınlar, hatta biraz gözü açık mahalle kızları, yalnız çeviri roman okumakla, Türk filmlerine gitmemekle, basbayağı övünürler. Büyük şehirlerimizin, o Allah muhafaza, sanat çevrelerinde Fransız resmi, İngiliz şiiri, Rus müziği, İtalyan sineması herhangi bir Türk sorunundan önce konuşulur.'

"Medenî insan, içtimaî bir yılandır, nezaket ve terbiye icabı yalancı olmak zorunda. Medeniyet, masallarla beslenir. Şiir ile nesir fazilet ve mutluluğu terennüm etmeli. Oysa medeniyette âdet, boğazlaşmaktır, bir nas uğruna boğazlaşmak. Hem de mânâsını ve ne işe yaradığını anlamadan. Delil mi istersiniz? İnsan hakları ve hürriyetleri için yapılan katliamlar ortada. Medeniyet üçkâğıtçılara saraylar yaptırır, dâhilere kümes. (Fourier).

İstikbalimizin emniyeti için Avrupa devletler muvazenesinin mâbihil hayatı bizim muhafaza-i istikbalimiz olduğunu dermeyan ediyorsunuz. Benim şanlı ve saadetli gördüğüm istikbal bu değildir, beyim.. Vaktiyle kılıcımıza baş eğdirdiğimiz kimselerin sâye-i lutfunda yaşayıp gideceksek, yani saadet-i âtiyemiz bundan ibaret kalacaksa ben o saadeti istemem. Çünki maksadım Avrupa devletler muvazenesini muhafaza değildir; Osmanlılık şânını muhafaza etmek ve.. vaktiyle birinci François' nın yazmış olduğu gibi istirhamnameler yazıldığını (belki hayatım yetmeyeceği cihetle) hiç olmazsa mezarımın içinde seyredip orada müftehir olmaktır. Ya böyle olsun, ya hiç olmasın! Ahmed Midhat, 'Namık Kemâl'e cevap' (Bedir gazetesi, 1872)

Kısaca: gönülleri çağdışı kalmaya razı olmayan garpperest aydınlarımız Yunan'dan fazla yunancı kesilirler, hocalarına parmak ısırtacak kadar yunancı. Ama, Balkan Savaşı kopmak üzereymiş, Avrupalı dostları hasta adamın mirasını bölüşmek için sabırsızlanıyorlarmış, onlara ne! Dâvâ: ne pahasına olursa olsun Osmanlı'yı yıkmak. Medeniyet bunu icap ettirmiyor mu? Efendileri yalan mı söyleyecek? Kendine yeni cedler arayan kibar intelijansiyamız, elbette ki Yunan'ı Moğol veya Hun'a tercih edecekti.

Bir kavim ki, fertleri de, devletleri de çapulculukla palazlanmış. Hor görmüş alın terini. Haklıyla haksızı, iyiyle kötüyü ne yönetenler umursamış, ne yönetilenler. Yalnız kaba kuvvet saygı görmüş o ülkede. Medeniyetin en parlak devrinde ahalisinin kırkı köle biri hür. Genç sefihlerle, kart fahişeler baştâcı. Her yıl, tanrılara insanlar kurban edilmiş; binlerce çocuğun kanına girilmiş her gün. Bir kavim ki, bütün meziyetlere düşman: kabiliyete, asâlete, servete... Kâh paralı asker, kâh haydut... Amacı tek: yağma. Her hayâsızlığı tanrılaştıran bu kavim üç şeyde birinci: kibirde, yalanda, fuhuşta. Ama bu meziyetlerini (!) öyle ustaca kullanmış, öyle pazarlamış ki, iki bin yıl tarihin baş köşesine oturtulmuş... İnsanlık, en rezil çocuğuna düşkün çılgın bir anne.

Bu arada tebamızın bir kısmı uyuşukluktan kurtuluyordu. Âdetlerde değişiklikler oluyor, yeni ihtiyaçlar çıkıyordu sahneye. Ama ithal edilen bir medeniyetti bu, ağır ve kaçınılmaz bir olgunlaşmanın meyvesi değildi. Böyle olduğu için, Avrupa'nın faziletlerinden çok rezaletlerini aldık... (Âli Paşa'nın vasiyetnâmesinden).

Ali Paşa'nın ölümünden dört yıl önce bir Fransız ziyaretçisiyle yaptığı konuşmayı hatırlıyorum: 'Fransa da, İngiltere de seçkin temsilciler yolluyor buraya. Seçkin ama mütehakkim. Ellerindeki bütün kuvveti düşüncelerinin emrine veriyorlar. Ama Paris'in veya Londra'nın düşüncesi İstanbul'dakilerle uyuşamıyor. Elçileri aydınlatmaya çalışıyoruz, ama boşuna. Ne yapabiliriz? Zaman kazanmak zorundayız. Siz buna sözünde durmamak diyorsunuz, biz felaketten kaçmak. Kapitülasyonlar elimizi bağlamış, elçiler memlekete bizden daha fazla hâkim. Banka açmalıymışız, Fransız mektebi, Fransız lisesi kurmalıymışız. Ne işimize yarayacak bütün bu müesseseler? Yabancılara mülkiyet hakkı tanımalıymışız. İngiltere'den daha liberal olmamız isteniyor. Bunları kabul etmek, Türkiye'yi parçalamak demek. Tereddüt gösterince suiniyet sahibisiniz diyorlar. İntihar etmek istemiyoruz, o kadar. Türkiye değişmeli, âmenna... Ama bu değişiklik kendi eserimiz olmalı, ağır ağır gerçekleşmeli. Yürümeliyiz, kabul. Acele etmeliyiz, doğru. Ama süratin de bir hududu var. Kazanları patlatmamalıyız.

Bugün düşündüklerimiz, çok daha önce de düşünülmüştü. Hem de ekseriya aynı derecede etraflı, aynı derecede berrak olarak. Eğer her ülkede kalabalık bir okuyucu kitlesi, bu gerçeğin farkına varmış olsaydı, birçok hayal kırıklıkları önlenmiş olurdu... Bütün dertlerimiz bugün doğmadı... Her nesil, bir öncekinin tecrübelerinden faydalansa, bu kadar çok bocalamazdık. Tarlaya benzer insanlık tarihi, yeknesak bir manzaranın ortasında, sayısız köylü nesillerinin ekip biçtiği, görünüşü pek az değişen bir tarlaya. (Leroy Maxime).

Gündüzleri ardıç kuşlarına tuzak kuruyordu. Hana uğruyor, yolcularla çene çalıyordu. Değirmenciyle, kasapla, kireç fırınının işçileriyle tavla oynuyordu. Sık sık kavga çıkıyordu aralarında, ana-avrat küfrediyorlardı. Ama gece dekor değişiyordu. Çalışma odasına çekiliyordu Machiavelli: Kitaplarının arasına, o kadim eserlerle dolu mâbedine. Kendisini dinleyelim: 'Her gün giydiğim çamurlu elbiseleri eşikte bırakırım. Saraylara girecek, tâcidarlarla konuşacakmışım gibi giyinirim... Büyükler dostça karşılar beni, onların sözleriyle beslenirim. Benim biricik gıdam bu. Ben bu gıdayla beslenmek için dünyaya gelmişim. Hiçbir sualimi cevapsız bırakmazlar. Saatler geçer. Acılarımı unuturum. Yoksulluk yıldırmaz artık, ölümden korkmaz olurum, onların hayatını yaşarım.

"Dil musikidir... Musikilerin en mânâlısı, en az müphemi, ama musiki. Her kelime, bir kelimeler dünyasının anahtarıdır; meçhule açılan bir kapı, her kelime. Meçhule, yani rüyalara, hatıralara, anlatılmayanlara, anlatılamayacaklara. Mağaralarından süzülür şuur-altının, şuurun yedi kat göğünden dökülür. Kelime küfür, kelime dua, kelime büyü. Zihnin bu esrarlı meyvesini asırlar besler, asırlar olgunlaştırır. "

Aksilikleri alt etmenin yolu, zamanını anlamak. Aynı meziyet insanı bazen saadete, bazen felakete götürür. Kadere karşı açtığımız kavgada tek başımıza kalmamalıyız. Çağımızı anlamak ve başkası ile beraber olmak. Başkasına zulüm etmekten vazgeçtik mi, yanımızda buluruz onu. Aksilik bile insanlaşır bizim için. Talih kadındır, ancak zora ve cesarete baş eğer.

"İnsanlar refah ve emniyet peşindedirler, vatan bu iki ihtiyacın sağlandığı yerdir. "

"Dünya, hayırla şerrin savaş alanıdır, insan da öyle. İnsanın mutluluğu, bu iki zıt kuvvet arasındaki muvazeyene bağlıdır. "

Her kelime, bir kelimeler dünyasının anahtarıdır; meçhule açılan bir kapı, her kelime. Meçhule, yani rüyalara, hatıralara, anlatılamayanlara, anlatılamayacaklara.

"Bilmek, kıyas etmektir. Kendimizi tanımayınca, başka ülkelerle nasıl karşılaştırabiliriz?"

  1. Merhabalar,

    ‘’İnsanlar sevilmek için yaratıldılar. Eşyalar ise kullanılmak için. Dünyadaki kaosun nedeni; eşyaların sevilmeleri ve insanların kullanılmaları.’’ Bu ülke kitabından en sevdiğim cümle bu cümle olmuştu. Maalesef günümüzde insanların birçoğu mutluluğu eşyalarda arıyor. Ancak bir şeyler satın alarak elde edilen mutluluk, gerçek mutluluk olmuyor. Aynı zamanda bu mutluluk gelip geçici. Gerçek mutluluğu ancak içimizde bulabiliriz. Kendimize, sevdiklerimize, yapmaktan keyif aldığımız işlere vakit ayırarak esas mutluluğu keşfedebiliriz. Mutluluk, eşyalarda değil içimizdedir. İzninizle ‘’Bu Ülke’’ kitabından en sevdiğim 10 alıntıyı okumanız üzere ben de sizinle paylaşmak isterim: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/cemil-meric-bu-ulke-kitabindan-en-sevdigim-10-alinti/

    Güzel okumalar dilerim,
    edebiyatla ve sağlıkla kalın.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba... Hoş geldiniz Ebru Hanım... Kıymetli yorumunuz için çok teşekkür ediyorum... En kısa sürede iadeyi ziyarette bulunacağım...

      Bir yerde okumuştum; Cemil Meriç'in Bu ülke kitabını okumayan hiç kimseyi liseden mezun etmemek gerekir. Bu söze kalben katılmaktayım... Özellikle de Türk aydını! konusunda, ülke gerçekleri hakkında aydınlatıcı ve yürekli açıklamaları ver...

      Bu ülke kitabından sevdiğiniz 10 iktibastı okumak için sabırsızlanıyorum...

      Sağlıklı günler dilerim...

      Sil
  2. düşlemeden düşünce gerçekleşmez.
    herkese değil sadece düşünen zekâlara öneriyorum.
    yldzzilyas.blogspot.com

    YanıtlaSil

♡ Yorumlarınıza en kısa sürede geri dönüş yapılır.
♡ Üyeliğiniz yoksa dahi anonim profili seçerek yorum yapabilirsiniz.

Whatsapp Button works on Mobile Device only

Yazmaya başlayın ve aramak için Enter tuşuna basın.